Kız Doğursun Anneler
|
|
0 yorumlar
Kadının eş, baba, erkek kardeş ya da onlar adına güç kullanan diğer bireylerin şiddetinden korunması, insanlığın en önemli sorunlarından biri. Ancak bunun ve dayanağı olan cinsiyet eşitsizliğinin fark edilmesi için endüstri devriminin gerçekleşmesi, yani kadının iş yaşamına etkin katılımı gerekti. 1950’lerde Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında kurulan bir komite, Batı dünyasında güçlenen feminist hareketle birlikte, tarihin belki de bu en eski eşitsizliğinin –nihayet- görülüp uluslararası alanda önlemler alınmasında başarılı oldu.Ülkemiz açısından bu konudaki hukuksal düzenlemelerin, uygar dünyayla aynı zamanda yapılıyor olması sevindirici. Üzücü olanı ise bu düzenlemelerin toplumsal yaşamda karşılığını bulmaması. Buna karşın kadınların sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, erkeklerinin şiddetine uğradığı söylenebilirse de bu savunma vicdanları rahatlatmıyor. Çünkü bizde farklı olan, kadınların, erkeklerinin “önlenebilir” şiddetinden korun(a)mıyor olması. Bunda sorumluluğun uygulamada olduğu savı ise tıpkı, her olayın çözümünü tılsımlı sözcük eğitime bağlamak gibi bir yanılsama. Kararlı bir siyasi irade, yargı ve yasama gücüyle birlikte, bu sorunu çözmek için harekete geçtiğinde, uygulamadaki aktörlerin buna ayak diremesi söz konusu olamaz. Geleneklerin ve kültürel faktörlerin cinsiyet ayrımcılığını ve kadına yönelik şiddeti teşvik ettiği, bunların aşılmasının zamanı gerektirdiği savunulabilirse de “kız doğurmaktan gurur duysun anneler” diyebilen türkülerin de bu ülkeye ait olduğu unutulmamalı.
Koruyormuş gibi yapmak
Nasıl ki tedavide kullanılan antibiyotik doğru olsa bile zamanında ve yeterli miktarda kullanılmadığında mikroplar direnç kazanıyorsa, etkili ve samimi bir koruma yerine, koruyor(muş) gibi yapılması, gündelik çözümler üretilmesi, korumak bir yana mağdura daha da zarar veriyor. Öyle ki cinayet kararlarının oluşma ve pekişmesinde, mağdurun korunmaması, bu amaçla alınan tedbirlerin etkili uygulanmaması ve özellikle cinayetten önceki dönemlerde gerçekleştirilen şiddetin etkili cezalandırılmaması, yapanın yanına kâr kalması çok etkili oluyor. Ayşe Paşalı’nın 7 Aralık 2010’da eski eşi tarafından öldürülmesi üzerine, eski eş ya da sevgili şiddetini Ailenin Korunması Hakkındaki 4320 Sayılı Kanun kapsamına sokmaya yönelik Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün (KSGM) hazırladığı yasa taslağında da bu hatalı tutum görülüyor. En başta yasanın adı sorunlu. Bu ad, sanki aile içi şiddeti kadınların insan hakkına yönelik bir eylem değil de ailenin bütünlüğüne yönelik bir saldırı gibi algılanmaya elverişli. Nitekim özellikle bu ad nedeniyle yargıçların büyük çoğunluğu, şimdi kapsama sokulmak istenen resmi nikah olmadan birlikte yaşayan kadınlar ile boşanmış kadınlar lehine koruma kararı vermiyor. Öyleyse her sorunda yasa değişemeyeceğinden veya başka Ayşelerin öldürülmesi beklenemeyeceğinden, her kuruluşun görev ve sorumluluğunun belli edileceği geniş katılımlı bir düzenlemenin yapılması yeğlenmeliydi. Öte yandan bu tasarıyı KSGM’in hazırlaması da sorunlu. Çünkü bu genel müdürlük icracı değildir; planlayıcı, hedef belirleyicidir ve olanakları sınırlıdır. Asıl sorumluluk alması gereken, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’dur. O yoksa, tasarı Adalet Bakanlığı ya da sorun hâlâ asayişle sınırlı görülecekse, İçişleri Bakanlığı’nın olmalıdır. Öte yandan 4320 Sayılı Kanun’un Uygulanmasına Dair Yönetmeliği de KSGM çıkardı. Ancak uygulanmasında katkısı ve işlevi yok. Aile Mahkemeleri de 2003’te kurulmasına karşın, işleyişe ilişkin yönetmeliği hâlâ çıkarılmadı. Örnekler çoğaltılabilir. O halde, “Hukuksal düzenlemelerde sorun yok, sorun uygulamada” denmelidir.
Yapılması gerekenler
Oysa yapılacak iş belli: Cinsiyet eşitliği bir toplumsal sorumluluk projesi olarak benimsenmeli, nüfusun yarısını oluşturan kadınlar, tüm hak ve yetkilerden bu oranda yararlanmalı. Örneğin lütuf kokan kota uygulamasından vazgeçilmeli, ilk genel seçimlerde kadınlar Meclis’te yarı oranında temsil edilmeli. Kadına yönelik eş şiddetinin önlenmesi içinse yasama, yürütme ve yargı, tam bir işbirliği ve kararlılıkla hareket etmeli, herkesin, her kesimin görev alanları ve sorumlulukları tanımlanmalı. Aile mahkemeleri bu konuda çok önemli bir enstrüman olarak işlevsel kılınmalı; dosyayı karara bağlamaktan öte, sorun çözen, gerçekten uzman mahkemeler olarak yapılandırılmalı, bu amaçla birleşik aile mahkemeleri kurulmalı. Ceza mahkemelerindeki davaların çoğunun kökeninde, aile içinde başlangıçta küçükken çözülmeyen uyuşmazlıklar vardır ve cezaevleri biraz da bu nedenle haddinden fazla dolu. Sorunların aile mahkemelerince, aile içindeyken henüz başlangıçta ve büyümeden çözülmesi halinde ise, ceza mahkemelerinin iş yükü ve cezaevlerindeki tutuklu, hükümlü sayısı azalacaktır.
Not: Başlık, Ardıç arasında biten nanelar/ Doğurursa kız doğursun analar türküsünden. Denizli / Acıpayam - Mansur Kaymak-İsmet Akyol.
Eray KARINCA
Etiketler: Kadın , Köşe Yazıları , Politik Yazılar , Şiddet
0 yorumlar