Hrant Dink Yazıları 2 (Tililili)
|
|
0 yorumlar
Kaybolmayın çocuklar!Protestan vaizi rahmetli Samuel Bakkalyan'ı anımsıyorum. Fransa'da yaşar, arada bir de yatılı okulumuz Joğovaran'a gelip görev yapardı. Yaşlılığının son zamanlarında son bir kez daha gelmiş ve "Yozgat'a, doğduğum memlekete gidip kardeşimi arayacağım" diye tutturmuştu.
Gitti ve kardeşini buldu da. İki kardeş aradan 70 yıl geçmiş olmasına rağmen tanımışlardı birbirlerini.
Sarılmışlardı, ağlaşmışlardı gecelerce. Bir hafta kadar orada misafir kalan Bakkalyan kardeşini ve ailesini de Fransa'ya götürmeyi teklif etmişti. Ama "nuh" demiş "peygamber" dememişti. İkna edememişti müslüman abisini. Hem de köyün imamıydı o artık. Biri müslüman diğeri hristiyan iki kardeşi din adamı yapan "kader" denilen çizgi, onları ayırdığı noktada bir kez daha buluşturmuştu belki, ama hepsi o kadar işte. Bakkalyan kendi ülkesine gitti çocuklarına, o da kendi ülkesinde kaldı torunlarıyla.
Bakkalyan bir daha da Türkiye'ye gelmedi. Bir kaç sene sonra da öldü.
Bizim yetimhane, ayrılanlarla buluşanların, kaybolanlarla bulunanların merkeziydi sanki. Garabed'le Flor mesela. Çocuk yaşta ana babalarını kaybeden bu iki genç, aradan 15 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra ancak yaşamın tatlı bir rastlantısı sonucu kavuşabildiler birbirlerine. Garabed yıllarca o yetimhanede okumuş ve ekmek kavgası için atıldığı dış yaşama bir türlü alışamadığından olsa gerek, yetimhaneyle bağlarını hiç koparmamıştı. Her hafta sonu ziyaret ettiği yetimhanede, genç ablalardan Flor'a bir başka ısınmıştı içi. Flor ise küçük yaşta evlatlık olarak verildiği bir ailenin yanında, bir erkek kardeşi olduğunun bilgisiyle büyümüş, tatlı bir genç kız olmuştu. Önceleri elbette tanımamışlardı birbirlerini. Aslen Malatya'lı olmaları, annem babam gibi Malatya'nın ıcığını cıcığını bilen kişilerin de sağdan soldan bu işin araştırmasını yapmalarına yardımcı olmuş ve babam sonunda müthiş gerçeği ortaya çıkarmıştı. Flor ve Garabet kardeştiler.
Nasıl unuturum, onlara bu gerçeği söylediğimizde birbirlerine doğru koşuşlarını? Garabet'in "Kuyrik kuyrik" diye deniz kenarına, ablasına koşuşunu. Şimdi içinizden "tam da Türk filmi" diye mırıldananlarınız olacak, ama ne yapalım ki olay ortadaydı ve yaşanıyordu. Garabet de Flor da daha sonra birbirlerinden hiç kopmadılar ve bugün her ikisi de çoluk çocuğa karıştılar ve hep birbirlerine yakın kaldılar.
Son son Tüyap Kitap Fuarı'nda dolaşıyorum. İnsan Hakları Derneği'nin açtığı standın yan duvarı olduğu gibi kaybolmuş, kaybedilmiş insanların fotoğraflarıyla donatılmış. Dalgın dalgın onları inceliyorum. Bir anons hoparlörden. "Küçük bir çocuk bulunmuştur ailesinin müdüriyete başvurması rica olunur".
Bir kez daha bakıyorum kaybolup da bulunamayan insanların resimlerine. Şimdi gitsem müdüriyete, çocuğunu kaybedip de bulan anneyi bir an için bu resimlerin önüne getirsem. "Gel anneciğim gel bak, gözün aydın sen buldun ama bunlar henüz bulunamadılar" desem, sanırım işte o an anlayacaktır o kadıncağız bu ıstırabın büyüklüğünü.
Kaybolmayın çocuklar!
Kaybetmeyin analar!
Kaybolan çok insan var, bulun onları analar!
Agos Gazetesi, 8 Kasım 1996
Seslendiren: Arsen Gürzap
Ayırmayın amca!
Milli Eğitim Bakanı amca!
Benim adım Yeğsapet. 7 yaşındayım. İlkokul 1. sınıfta okuyorum. Kuyriğim (ablam) de 9 yaşında, o da 3. sınıfta okuyor. Oyrortum (Ermenice öğretmenim) bana Ermenice bir Vodanavor ( şiir) verdi. "Kızım bu şiiri iyice öğren, öğretmenler gününde okuyacaksın" dedi. Öğretmeni de kuyriğime bir türkçe şiir verdi. Mamam bize yardım etti. Günlerce şiirlerimizi ezberledik. "Öğretmenim canım benim seni ben pek çok severim" diyecektim Ermenice. Bu şiiri de söylerken kollarımı iki yana açarak öğretmenimi kucaklar gibi yapacaktım. Kuyriğim ve mamamla beraber günlerce bunun provasını yaptık evde. Çok güzel söylüyordum. Kucaklar gibi yaparken de çok sahici yapıyordum. Öğretmenim yerine mamamı kucaklarken Kuyriğim bana "aferim Yeğso çok güzel yapıyorsun" diyordu.
Gecelerce gözüme uyku girmedi. Öğretmenler günü çabuk gelsin istiyordum. Tören günü mamam bize cicişlerimizi giydirdi. Mamam da o gün çok cici giyinmişti. Babam da bizimle törene gelmişti. Bizi izleyeceklerdi. Tören başladı. Hepimiz önce "korkma sönmez"i söyledik. Sonra müdürümüz Türkçe bir konuşma yaptı, öğretmenlere teşekkür etti. Hepimiz onu alkışladık. Sonra çocuklar çıktı Türkçe bir şarkı söylediler. Onları da alkışladık. En çok ben alkışladım, ben alkışı çok severim amca.
İşte sıra bana geliyordu. Şimdi beni çağıracaklardı. Heyecanlanıyordum. Onlar beni çağırmadan hemen sahneye fırladım. Biraz sonra beni de alkışlayacaklardı... Ama öğretmenim beni kolumdan tuttu "sen otur Yeğsapet sen bugün söylemeyeceksin" dedi.
Ben şiirimi söyleyemedim amca. Beni hiç kimse alkışlamadı. Alin de şiirini söyleyemedi, Bedros da, Armen de. Hiçbirimiz söyleyemedik. Ama kuyriğim söyledi. Sadece Türkçe şiiri olanlar söylediler, Ermenice şiiri olanlar söyleyemediler. İngilizce piyes oynayanlar da alkışlandılar. Ben çok üzüldüm amca. Mamama sordum. "Mama biz niye şiirimizi söyleyemedik"? "Kızım" dedi, "amcalar haber göndermişler, Ermenice söylenmeyecek demişler".
Milli Eğitim Bakanı amca! Amcalar niçin böyle haber göndermişler acaba? Ermenice öğretmenime şiir söyleyecektim ben oysa.
Hem Türkçe öğretmenlerim de o gün çok sevinçliydiler. Ama amcalar Ermenice öğretmenlerimi çok üzdüler. Beni de çok üzdüler.
Aynı gün onlara da şiir söylesek, onlar da sevinse olmaz mı acaba? Milli Eğitim Bakanı amca! Ermenice öğretmenlerim için başka bir "öğretmenler günü" mü var yoksa? Halbuki ben iki öğretmenimi de çok seviyorum, amcalar onları niçin bölüyor niçin ayırıyor acaba?
Milli Eğitim Bakanı amca! Kim bu amcalar acaba?
Kız o amcalara hemi...
Agos Gazetesi, 6 Aralık 1996
Seslendiren: Dolunay Soysert
Tuvalet Korosu
İstanbul'un bazı ilçelerinde okullar arası bir yarışma düzenlenmiş ve çeşitli okulların yanı sıra bizim azınlık okullarından öğrenciler de bu yarışmaya katılmışlar. Şişli ilçesinde, Beyoğlu ilçesinde ve sanıyorum Kadıköy ilçesinde bizim çocuklarımız yarışmalarda birinciliğin yanı sıra bazı önemli başarılar elde etmişler. Yarışmanın konusu "İstiklal Marşını okuma". İstiklal Marşını en iyi okuyanlar arasında bizim çocuklarımız ön sıraları kapmışlar. Olan biten sadece bir yarışma, ama bakın bu yarışma insan hafızasını nerelere götürüyor...
12 Eylül 1980'in hemen sonrası, insanlar toplanıyor evlerinden bir bir. Bulabildikleri sıkıştırabildikleri yerlere götürüp tıkıyorlar. Tıkama merkezlerinden biri de İstanbul'un Samandıra'sı. Askeri kışlayı tutukevine dönüştürmüşler. Askeri tuvaletleri çevirmişler birer hücreye. Birer metrekareden daha küçük tuvaletler bunlar, yan yana dizili. Tuvaletin deliklerini kapatmışlar tahta mazgallarla, bulabildiklerini getirip tıkıyorlar oralara. Tam sekiz gün olmuş beni ve kardeşimi de alıp oraya götüreli. Arada bir sorguya çıkarıyorlar yukarıya. Payımıza düşeni bahşettikten sonra da götürüp gerisingeri tıkıyorlar yine hücrelerimize.
Hücrede kalanları psikolojik bir işkenceye tabi tutuyorlar gece gündüz. Uyutmamak için marş söyletiyor askerler, sürekli. Yarım saatte bir, her değişen nöbetçi aldığı emir doğrultusunca, kapıya yükleniyor "marş söyle lan" diye. En çok söylettikleri marş da İstiklal marşı. Düşünebiliyor musunuz, bu adamlar güya size memleket severliği bu şekliyle öğretecekler ve bunun için de İstiklal marşını söyletiyorlar tuvalette. Söylemeyene yükleniyorlar, açıyorlar hücre kapısını, ver Allah ver. Bir iki kez dayağı yedikten sonra da artık kıdemleşiyorsunuz. Nöbeti değişen asker de artık size fazla yüklenemiyor. Yeni gelenlere yöneliyorlar ister istemez...
Biraz önce yeni bir grup getirdiler. Hurra... Bir hücumdur başladı, bir tantanadır gidiyor. Hemen hepsi Ermenilerden müteşekkil bir grup. Yan hücrelere doldurdular. Askerler onların isimlerini çağırdıkça anlıyorum kim olduklarını. Çoğu, tanıdık isimler. Hücre komşumla yaptığım duvar konuşmalarından öğreniyorum niçin getirildiklerini. Pisi pisine bir sebep işte. Hiçbirinin de elle tutulur bir suçu yok. Kudüs'e okumak için bir öğrenci götürülüyormuş da, götüren din adamıyla götürülen çocukları havaalanında çevirmişler, "Durun bakalım siz bu çocuğu Kudüs'e niye götürüyorsunuz?" demişler. Ve onların gidişinde katkısı olan, burs veren, döviz temin eden, döviz bozduran, ilgili ilgisiz kimler varsa toplamış getirmişler işte. Üç beş gün kadar Samandıra'da kaldılar ve sonunda bir din adamı hariç hemen hepsini bıraktılar. Asıl anlatacağım olay bu değil. Hafızamı o günlere götüren olay, onlar geldikten sonra tuvalet korosunun o muhteşem konserleri.
Asker sesi duymaya görsün bizimkilerden birkaçı (hadi isimleri bende kalsın şimdilik), hemen atılıyorlar askerden önce. "Komutanım marş söyleyelim mi"? Ve başlıyorlar avazları çıktığı kadar o marşları, tuvalette, müthiş bir iştahla, bangır bangır çığırmağa. Ne o tuvaletler o güne değin böyle bir koro görmüştür, ne de görecektir bilesiniz. Bunları o insanları küçültmek için söylemiyorum tabi. Asıl utanması gereken bize o tuvaletlerde İstiklal Marşı öğretmeğe kalkışan zihniyetin kendisi. İşte bugün çocuklarımızın bu yarışmalarda göstermiş oldukları başarıdan da görsünler ki ne o gün ne de bugün ve ne de yarın, bizler bu ülkede kendilerine tuvaletlerde zorla İstiklâl Marşı öğretilecek unsurlar değiliz hiçbir zaman.
Agos Gazetesi, 2 Ocak 1997
Seslendiren: Haluk Bilginer
'Renk körü'nden renkli sorular
Gelin sizinle "renkçilik"oynayalım bugün. "Renk körü"yüm ben aslında. Tanrı vergisi, kul ne yapsın? Bir türlü ayıramıyorum kırmızıyı yeşilden, yeşili kırmızıdan. Uzun yıllar ehliyet de alamadım bu yüzden. "Göz sınavı"ndan çaktım sürekli. Meğer, önüme konan kitapta aynı ton renkleri öylesine yan yana dizmişler ki, bir şekli ya da bir sayıyı gösteriyormuş. Ben "balık" demişim kuşa, "ev" demişim ağaca. Dahası, "ne güzel yeşil gözlerin var" diye pot kırdığımı anımsıyorum, ela gözlü yarime iltifat ederken. "Bu ne renk? Bu ne renk?" diye, babalarıyla eğlenen çocuklarımın "renkçilik" oyununu unutamıyorum bir türlü. Ben karıştırdıkça renkleri basıyorlardı kahkahayı. Şeyy...Sahi, siz hiç merak ettiniz mi "renk körlüğü" ne demek, insanların yüzde kaçı "renk körü" şu yeryüzünde? Bırakın öyle her akşam televizyonlarınızın karşısında kurulup, "renkli renkli" filmler izlemeyi de, araştırın bakalım.
Gelin sizinle "renkçilik" oynayalım bugün. Tek rengin hakimiyeti ne ifade eder sizin için? "Ussal gözünüzle" bir yoklayın bakalım. Denenmedi mi sanki bunlar tarih boyunca? Kızıl rengin hakimiyeti neyi çözdü, Stalin Rusya'sında, Mao Çin'inde. Yeşil rengin hakimiyeti neyi çözdü Humeyni İran'ında, Kaddafi Libya'sında. Ya kara rengin hakimiyeti? Neyi çözdü Hitler Almanya'sında, Mussolini İtalyası'nda? Tüm bu ülkelerin dayatmacı tek renk hakimiyetleri, engelleyebildi mi diğer renklerin de yaşamalarını? Kızıl, yeşil ya da kara, tek renk hakimiyeti faşizmin ta kendisi aslında. Şeyy....Sahi, siz hiç merak ettiniz mi? Bütün renkleri bünyesinde barındıran bayrak var mı şu yeryüzünde? Bırakın öyle her akşam televizyonlarınızın başında çöküp "renkli renkli" filmler izlemeyi de, araştırın bakalım.
Gelin sizinle "renkçilik" oynayalım bugün. Toplumların taptıkları ortak renkleri konuşalım biraz. Niçin insanlar böylesi yapay bir ortaklığa bağlanırlar? Hiç düşündünüz mü? Renk yüzünden insanlar birbirleriyle savaşlar bile yapabiliyorlar oysa. Amerika'daki siyah - beyaz kavgaları, yeryüzünün çeşitli bölgelerindeki ulusal bayrak, ulusal renk kavgaları canlı örnekler olarak duruyorlar orta yerde. Renklerin aslında birer simge olduğu ve kavgaların da karşı toplumlar arasında bu simgelere yüklenmiş toplumsal çıkarların çatışmasından kaynaklandığı söylenir sürekli. Şeyyy...Sahi, siz hiç merak ettiniz mi? Bayrağı olmayan bir devlet, bir ulus var mı yeryüzünde? Bırakın öyle her akşam televizyonlarınızın karşısında pinekleyip "renkli renkli" filmler izlemeyi de, işte size bir ev ödevi daha, araştırın bakalım.
Ben diyorum ki şu namussuz dünyada, "renk körü" olmak doğanın canlıya bahşettiği bir ayrıcalık aslında. Bunun eksisi yok, artısı var. Bir renge bağlanıp da, körü körüne ona kul köle olanların "beyin körlüğü"nün yanında bizim renk körlüğümüz, inanın bal kaymak. Şeyyy...Sahi, siz hiç "Renk Körleri Birliği" adlı evrensel bir örgütlenmenin varlığını işitmediniz mi? Bırakın öyleyse her akşam televizyonlarınızın karşısında, "renkli dünyalar"ın tükenmiş izleyicileri olmayı. Katılın birliğimize.
Agos Gazetesi, 17 Ocak 1997
Seslendiren: Banu Güven
Hoşgörü... Horgörü...
"Birbaşına yaşama seçeneği"nin, "birarada yaşama zorunluluğu" tarafından ortadan kaldırılışının başlangıç sürecini, iki farklı öğreti iki farklı biçimde açıklar. Bilim, canlıların tekhücreliden çokhücreliye geçişiyle, din ise Tanrı'nın Adem Babamıza Havva Anamızı koşullamasıyla.
Bunlar birbirine tamamen zıt iki açıklamalar olsalar da bugünkü neticeleri açısından vazgeçilmez bir ortak yargıya sahipler. Her ikisinin de 20. yüzyılın sonunda insanların önüne getirip, dayattıkları olgu, nefes borularımızı zorlayan kirli hava kadar gerçek.
"Artık bir başınıza değilsiniz, başkaları da var ve başka çareniz yok. Ya birlikte yaşamayı öğreneceksiniz, ya da birbirinizi tüketeceksiniz".
İnsanoğlu 21. yüzyılda tüm çabasını iki önemli yaşamsal olguya ayırdı bile. Kirletiği hava ve çevre kadar, kirlettiği insan ilişkilerini de temizlemeye. Ülkemizde yaşanan kirli sancılar bu "temizlik günü"nün gelip de geçmekte olduğunun işaretlerini uzun zamandır veriyor.
Temizlik gününü geçirmek ise çok tehlikeli. İnsan bir kirliliğe alışmayagörsün, insanın temizlik iştahı bir kaçmayagörsün...eyvah ki eyvah... "Temizlikçi kadın"ı bekleyen kokonalara dönmüşüz sanki. O gelmese kimsenin elini süreceği yok. Ama işin garibi bu işte öyle "temizlikçi kadın" türünden ısmarlama birileri de yok. Becerebilirsek kendimiz becereceğiz...Başka seçeneğimiz yok. Temizliğin biçimini de, kullanacağımız deterjanları da hep biz yaratmak zorundayız.
Son zamanlarda bu manada yaratılan ve kimi çevrelerce "muhakkak kullanmalıyız" diye reklamı yapılan bir deterjan adı sıkca anılır oldu. Sakız oldu dillerde. "Hoşgörü" diyorlar buna. Başlangıçta kulağa hoş gelen bu marka giderek içi boşaltılmış, uyduruk bir köpüğe dönüştü ne yazık ki.
Yeni oluşan marka elbette hemen karşıtını ve sahtesini de beraberinde üretiyor. Hoşgörü'nün bolca kullanıldığı yerde "horgörü" de hemen kendine yaşam hakkı bulabiliyor. Ve bir bakıyorsunuz hoşgörünün reklamını da en fazla bu horgörüyü kullananlar yapıyor.
Aslında bütün bu kavram kargaşalıklarına son verecek bir reçete hazır bekliyor orta yerde. "Hoşgörü" ne demek, "horgörü" ne demek?
Kimin kime hoşgörü gösterme gibi bir ayrıcalığı, kimin kime horgörülü davranma gibi yabanilik hakkı olabilir ki? En doğrusu belki de insan ilişkilerini ne hoşgörüye şartlamak ne de horgörüye.
Koyarsınız birlikte yaşamanın kurallarını orta yere, onu da uygularsınız adam gibi, yeter de artar bile.
O ki katlanmayı bilmezsiniz benimsemediklerinize de... işte öyle bir marka olarak kalır sizin hoşgörünüz de.
Tıpkı iyi temizlemeyen bir deterjanın bol ama bir işe yaramayan sahte köpükleri gibi...
Agos Gazetesi, 31 Ocak 1997
Etiketler: Hrant Dink , Köşe Yazıları , Tililili
0 yorumlar