Hrant Dink Yazıları 1 (Tililili)
|
|
0 yorumlar
"Biz iki nedenle çekeriz 'tililili'yi der Rakel. Biri sevincimizde, diğeri ağıtımızda."
Adını Hrant Dink'in bir yazısındaki bu sözlerden alan "Tililili" projesi, 19 Dink yazısının seslendirilmesinden oluşan bir ses enstalasyonu çalışması. Aynı zamanda Hrant Dink'i daha yakından tanımak isteyenler için bir fırsat.
23.5 Nisan
Sancılı on yıllardan çıkmış ulusun tarihinde çok önemli bir akgündür 23 Nisan. "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" düsturunun meclis salonuna perçinlendiği gündür. Ve böyle bir günün "yaşam" denilen çocuğa ve geleceğe akıtılan mirasıdır. Türk Ulusu'nun belki de en akıllıca yaptığı öngörünün tarihidir. "Gelecek" ve "çocuk" ne de güzel buluşturulmuştur öyle. Ve de ne ustaca bir değerlendirmedir yıllar sonra 23 Nisan'ı sadece Türkiye ile sınırlı tutmayıp bütün dünyanın çocuklarıyla paylaşma düşüncesi. Türk çocuklarına da dünya çocuklarına da kutlu olsun.
Yeryüzünün dört bir yanına "savrulmuş" Ermeni Ulusu'nun tarihinde çok önemli bir karagündür 24 Nisan. Üç-beş Ermeni yan yana gelmeye görsünler. Alırlar ellerine pankartları dökülürler sokaklara hemen. Nedir bütün bunların sebebi, niçin yollara düşer bu insanlar 24 Nisan'da? Tarih, 24 Nisan 1915'in şafak vakti. Özellikle İstanbul'daki Ermeni aydınları, yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, avukatlar, doktorlar, mebuslar teker teker alınırlar evlerinden. Götürülürler... ve bir daha da geri dönmezler. İşte, birkaç gün sonra bütün Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde gerçekleştirilen "Tarihsel Ermeni Dramı"nın başlangıcıdır bu tarih.
Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum, ama hem Ermeni olmak, hem Türkiyeli; hem 23 Nisan'ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle. Kaç insan bu ikilemi yaşıyordur şu yeryüzünde? Ne anlaması kolay ne de anlatması.
Dilerim kimse de yaşamasın bu ikilemi bir daha. 23 Nisan nasıl daha bir coşkuyla yaşanır? 24 Nisan nasıl hafızalardan sildirilir? Bütün bunlar çözümsüz sorular değil aslında. 23 Nisan bütün çocukların olacaksa eğer ben derim Ermenistanlı çocukların da olsun bir biçimiyle. Çağırın onları da bu kutlamalara. Barıştırın çocukları birbirleriyle, tanıştırın. Sadece 23 Nisan da olmasın 24 Nisan'ı da katın içine. Daha da uzasın o günler, bütün Nisan'ı katın, bütün baharı katın. Hadi siz beceremiyorsunuz diyelim, varolan kinler engel buna. Bırakın bari dünyayı çocuklara, onlar bu işi halleder, yeter ki engel olmayın siz.
Bir başka severim 23 Nisan'ları. Hem, bizim de hanımla evlendiğimiz gündür aynı zamanda. Gerdeğe girişimiz de 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan geceye rastlar. İlk çocuğumuza can verdiğimiz andır o . Ne 23 ne de 24 Nisan. 23.5 Nisan'dır belki de o an.
Agos Gazetesi, 23 Nisan 1996
Seslendiren: Fikret Kuşkan
Yaşamın sürdürülebilirliği mi?
Zara'nın ileri gelenlerinden birkaçı, o gece, Hacı İzzet'in evinde toplandılar. Kafa kafaya verdiler, uzun uzun konuştular, ince ince düşündüler. Sağa-sola çektiler, öne verdiler geri aldılar. Nihayet gördüler ki olacak gibi değil, tehlike büyük, gelecek karanlık. Birşeyler yapmak gerekiyor. Kalktılar, topluca kaymakama gittiler. Sözü ilkin Hacı İzzet aldı. "Efendim " dedi. "Görüyoruz ki komşularımızı, bütün Ermenileri alıp götürüyorsunuz. Bizim devlet babanın yaptığına bir diyeceğimiz olamaz. Siz bizden daha iyi bilirsiniz ne yapacağınızı. Ama af buyurursanız, bir büyük maruzatımız var ki çok hayati bir durum arzediyor tüm kasaba için, size onu anlatmaya geldik".
"Lafı uzatma Hacım söyle bakalım ne söyleyeceksen" dedi kaymakam. "Efendim bizim kasabada evlerimizi onlar yapar, buğdayımızı onlar eler, ekmeğimizi onlar pişirir. Demircisi, marangozu, terzisi ve daha birçok zanaat onlardan sorulur. Eğer onların hepsini alır götürürseniz biz ne yaparız sonrasında. Hiç olmazsa birkaçını bıraksanız."
Sustu bir an kaymakam. Kalktı oturdu, oturdu kalktı. Elleri cebinde gitti geldi. Çok zor bir durumda kalmıştı. Birden aklına beyaz atı geldi. Atının nalbantı da bir Ermeni değilmiydi? Hacı İzzet haklıydı. Sağa baktı sola baktı, ayağa kalktı sokağa baktı. Odadakilerin yüzüne bakmaksızın, "Bakın efendiler dedi. Sizin bu söylediklerinizi ne siz söylemiş olun ne de ben duymuş olayım. Gidin nasıl biliyorsanız öyle yapın. Ama dikkat edin yanınıza alıkoyduklarınız belalı kişiler olmasın.
Terzi Serkis, fırıncı Artin, marangoz Keğam, duvarcı Mığitar ve daha başkaları aileleriyle birlikte böyle kurtuldular o büyük göçten. Zara'da kaldılar ve yaşadılar... Ama bakın nasıl.
Önce din değiştirdiler tümü birden. Müslüman oldular, isimlerini değiştirdiler. Sarkis oldu Zeki, Artin oldu Ali, Keğam oldu Kenan, Mığitar oldu Hakkı...Arsaları, tarlaları evleri ve neleri varsa her şeylerini kaybettiler. Tapuları silindi bir günde. Zara'nın kilisesi saman deposu oldu aynı gün. Uzun lafın kısası, yaşamı idame ettirebilme ya da şimdiki adıyla sürdürebilme derdi onlara herşeylerini unutturdu çaresiz. Her cuma caminin baş müdavimleri oldular.
Aradan birkaç yıl geçti.Artık her şey bu yeni şekliyle kabullenilir olmuştu Zara'da.Ama o Cuma yaşananlar her şeyi altüst etti aniden.
Sevr antlaşması imzalandı o sıralar. Avrupalı devletler olanları ve şikayetleri incelemek için müfettişler göndermeye hazırlanıyorlardı Anadolu'nun dört bir yanına. Her yere olduğu gibi Zaraya da tabi. Aldı mı Zara'nın mülki erkanını bir telaş. Hemen kilise temizlendi samanlardan, eski şekline dönüştürüldü yeniden. Caminin önünde o gün değişik bir telaş ve gariplik göze çarpıyordu. Ama bir türlü mana veremiyordu Hakkı Bey buna. Camiye de o gün biraz erken gelmişti. Çeşme başında abdestini aldı bir güzel. Niyeti namazda önlerde yer kapmaktı. Hacı İzzet dikildi cami kapısında Hakkı'nın önüne pervasızca. "Oooo hoş geldin Mığitar" dedi aniden. Hakkı şaşırdı bir an. Karşısında duran adam eliyle kendisine karşıdaki kiliseyi gösteriyor ve "senin yerin ora Mığitar" diyordu aradan bunca yıl geçtikten sonra.
"Iııh" dedi. "Bu beni sınıyor herhalde". "Estafurullah Hacı emmi. Elhamdüllah müslümanız hepimiz. Bizim ne işimiz var yahu o kapıda" demesine Hacı fırsat vermedi.
"Yok yok Mığitar, evli evine köylü köyüne kardaşım. Sende bilirsin bende ki katıksız hristiyansın sen, git kilisene. hem sonra bak yarın da kaymakama uğra sizin tapuları yeniden hazırlamış. Hem sadece sizinkileri de değil, giden akrabalarınızınkini de sizin üstünüze yazmış. Yarın git onları da al ha! Unutmayasın, kaymakam uzun uzun tembihledi".
Zara'lı komşumun babasından aktardığı bu olaylar nereden mi aklıma geldi? Nereden olacak, hani şu Habitat vardı ya, yeni bitti de ?evli evine, köylü köyüne' döndü. İşte "insan yaşamının sürdürülebilirliği" diye bir nakarat ürettiler orada. Hadi bu hikayeyi okuduktan sonra üç kez peşi sıra hepiniz hızlı hızlı tekrarlayın bakalım.
"İnsan yaşamının sürdürülebilirliği"
"İnsan yaşamının sürdürülebilirliği"
"İnsan yaşamının sürdürülebilirliği"
Ne oldu dilinize öyle kuzum? İnsan ve yaşam kolay söyleniyor lakin şu "sürdürülebilirlilik" lülüleşiyor değil mi ?
Agos Gazetesi, 14 Haziran 1996
Seslendiren: Deniz Türkali
"Aşkolsun!"
Dümdüz bir araziydi bizi alıp götürdüklerinde. Birkaç yüz metre ilerisinde de, henüz el değmemiş bir göl ve yanında tertemiz bir deniz. İlkokul iki ile beşinci sınıflar arasında okuyan çelimsiz öğrencilerdik, 20 kişi kadar. Koca bir yaz orada kamp hayatı yaşayacaktık güya... Ve kazmaya başladık önce. Kazdık çadır çubuklarını diktik, kazdık fidan diktik, kazdık kuyu açtık. Başımızda bir inşaat ustası ve biz 20 çocuk amele, kazdık temel attık ve bina inşa etmeye başladık. Yanı sıra kazdık kümes yaptık, ahır yaptık. İnanın o yıl hep kazdık.
Tam üç ay boyunca çalıştık çabaladık ve o dümdüz çorak araziyi giderek yeşillenen giderek renklileşen, üzerinde binalar yükselen ve görenlere "aaa...! buraya insan eli değmiş burada insanlar yaşıyor" dedirten bir yer haline getirdik . Kamp hayatı yaşamaya gitmiştik, kamp inşa edip döndük yatılı okulumuza o yaz.
Ve o yazlar, yıllarca ardı sıra hep böyle devam etti. Her yaz gittik Tuzla Kampına. Biz çocukların sayısı da giderek arttı. Yeni kuyular açtık, su çoğaldı, yeşillikler çoğaldı. Gündüzler ve geceler boyu elle durmaksızın çektiğimiz su tulumbası da günün birinde motorlaştı. Yıllar geçtikçe ağaçlar boyumuzu geçti, binaları kapladı, kampın göğü geçit vermez oldu kızgın güneşe, gölgeleşti her bir yan. Çocuk emeğimize karışan çocuk seslerimiz gübresiydi belki de doğanın. Gelen imrenir, gören imrenirdi. "Aşkolsun " derdi herkes, "aşkolsun".
Bu arada biz çocuklar da hazıra konma yerine kendi ürettiğiyle yaşama kültürünü ediniyorduk yavaş yavaş. Kümesten günde birkaç kez topladığımız yumurtaların bolluğunu anımsıyorum bazen, nasıl da hedef tahtalarına nışan alıyorduk tam onikiden. Tavuk kıçında gezinen parmaklarımızla henüz taşlaşmamış yumurtayı lastik top halinde yakalayabiliyorduk her an. Bolluk ve bereket getirmiştik o 10 dönüm çorak araziye. Tazeyi ve canlıyı yaşıyorduk kendi yarattığımız canlı ortamda. Beethoven'in müziğiyle dini ayin yapıp ahır temizliyorduk ardından. Ya da kampın bir ucundaki kavak ağaçlarının alt gövdelerini kireçlerken ötede salonun hoparlöründe çalan halk müziğimizin dört sesli yorumlarını dinleyebiliyorduk aynı anda. Günde çok saat çalışıyor çok saat da şükrediyorduk Tanrıya. Dua başlangıcımızdı hep "Tanrım bizlere bahşettiklerini ihtiyacı olanlardan esirgeme" demek.
Günün birinde Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden bir yazı geldi Kampın sahibi Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesine. Azınlıklara ait vakıflar 1936 yılından sonra bu ülkede herhangi bir gayrımenkul satın alma, mülk edinme, hakkına sahip değilmiş meğerse. Yasalar buna engelmiş. Dolayısıyla bu kampın tapu kaydı iptal edilecek kamp da eski sahibine iade edilecekmiş. Dediklerini de yaptılar doğrusu. Davalarla, dolaylı dolaysız yaptırımlarla kampı elimizden aldılar ve eski sahibine geri verdiler sonunda.
Biz öylece cascavlak kaldık ortada. Kamp yeri ve binası şimdi öyle duruyor orada. Kenarları oldu tam bir villa panayırı. Bina ise dişleri dökülmüş, avurtları çökmüş, sendeleyen yaşlı bir harabe. Bizim o güzelim yeşil ağaçlarımız birer birer kesilmiş, kalanlar ise küsmüş sararıp solmuşlar öylece.
Geçtiğimiz pazar Kınalıada çocuk kampının sezon açılışında Tuzla Kampını anımsadım hep. Çalınan, gaspedilen "çocuk emeğim"i sorguladım usumda. Şimdi ne bekleniyor benden? "Helal olsun" mu diyeyim yani? Yoksa... "Aşkolsun"mu?
Agos Gazetesi, 5 Temmuz 1996
Seslendiren: Çetin Tekindor
Ağlayan düğünler
Dayımın kızı evlendi geçen hafta. Davetiye yollamış eve. Hanım soruyor "gidecek miyiz"? Allah Allah lan arkadaş nasıl gitmem dayı kızı bu, bacı sayılır bir yerde. İyi de bizimki niye sorar bu münasebetsiz soruyu çekine çekine? "Bir Türk'le evleniyormuş" diyor pat diye.
Aile bölünmüş ikiye, "gidelim" diyenler "gitmeyelim" diyenler. Halamla eniştem kaybolmuşlar ortalıktan, belli onlar gitmeyecekler. Yengem gelmiş, yeğenler gelmiş ağzımın içine bakıyorlar. Ben ise kararımı vermişim baştan "Hadi gidiyoruz" diyorum, Malatya'dan kalabalık gelmiş ama İstanbul kalabalığına yenilmiş son parçalarıma. "Hadi kalkın" diyorum, "gidiyoruz, o bizim kızımız".
Kuruçeşme Divan'ın boğaz manzaralı havuz kenarına kurulmuş nikah masasında, tayt sıkımlı sarışın memure şakıyor ince ince... "Siz Armenag kızı Janet, Mustafa oğlu Yüksel'i ve siz Mustafa oğlu Yüksel Armenag kızı Janet'i kendinize eş olarak kabul ediyor musunuz"? "Eveeeeet" diye bağırıyor gençler coşkuyla. Ve öpüyorlar birbirlerini dans boyunca. İki ufak çocuk o esnada tam önümde soruyorlar birbirlerine "Bu nasıl düğün lan herkes ağlıyor."
Armenag dayıma bakıyorum ağlıyor...
Mustafa Hınamiye bakıyorum ağlıyor...
Bizimkilere bakıyorum... Dünürlere bakıyorum
Çoğu ağlıyor. Hangisi sevinçten hangisi üzüntüden belli değil. Bu kadar da mı belirsiz olurmuş ağlamanın rengi yarabbim!
Ağlamadım o gece...oynamadım da. Ödünç bıraktım ileriki bir zamana. Bundan sonrası Janet'le Yüksel'e bağlı. O ki başarırlar her biri kendi kimliğini yaşayabilsin ve o ki başarırlar doğacak çocukları "Ana" kimliğini de doyum doyum yaşasın, kalkar gider oynarım. O ki başaramazlar gider bir de ben ağlarım Kuruçeşme Divan'ın havuz başında dayımın tam ağladığı yerde.
Agos Gazetesi, 30 Ağustos 1996
Seslendiren: Pakrat Estukyan
Sırtlayıp getirenlere...
Eskiler anlatırdı. Dedem benim, iyi okurmuş. Yalar yutarmış herbirşeyi. Yaz güneşinden korunabildiği anlarda, özellikle de avludaki duvar dibinde oluşan asma gölgesine çektiği hasır taburesine oturur, başlarmış kitaplarının sayfalarını bir bir çevirmeye. Havanın nemiyle birbirine yapışmış sayfaları diliyle ıslattığı parmağıyla bir bir çevirip okurken, etrafında oynaşan torunlarının gürültüsünden rahatsız olur, hırsını şark sineklerinden alırmış, cilt kapaklarıyla onları bir bir tepeleyerek.
Ağlaşan bebelere dayanamayıp "Al bu yerde yürüyenleri içeri" diye neneme bağırdığında bilinirmiş ki okuduğu bir şeye çok sinirlenmiş.
Dudaklarından düşürmediği sarma sigaranın son parçası tutkalla dudağına yapışırmış sanki. Kaç kez dudağını yakmış okurken.
Ermenice okurmuş dedem, İngilizce okurmuş.
Babası da öyleymiş dedemin.
Ve derler ki benim dedelerim başlarının üstünde şark sinekleri uçuşup da duvar dibi gölgesinde hasır taburede yazı yalayıp yutarken tüm Anadolu'da 4 binden fazla okulumuz varmış.
Geçen hafta AGOS'taki Egin yazısı canlı örneğiydi yakın ve geçmiş Anadolu tarihinin. Anadolu'nun hemen her yerinde yaşayan Ermeniler'in dört bir yanda bıraktığı kültürün izleri bugün bile hala anlamsız bir şekilde sürdürülen onca çabaya rağmen silinemiyor, satır aralarında da olsa yansıyıp duruyor, pırıl pırıl. Yaşadığı topraklardan sürülen atalarımız neler bıraktılar, neler götürdüler? Bunun envanteri yapılamamış ve belki de hiç yapılamayacak.
Eskiler anlatırdı yine...
"Hadi artık buralardan gideceksiniz" dediklerinde, götürebilecekleri yükü bohçalarken, belki küp küp altınları gömmüşler toprağın altına ama sırtlamışlar kitaplarını Allah ne verdiyse.
Ve götürmüşler götürebildikleri yere kadar.
"Oğlum" derdi büyüklerimiz, "Dedelerimiz altını bıraktılar ama kitabı alıp götürdüler".
Son bir kaç yıldır tatlı bir gelenek yarattı Mıhitaryan'lı genç arkadaşlar. Kitap fuarı düzenliyorlar dernek çatısı altında. Kaç tane yazarımız var ki şunun şurasında. Bir elin parmaklarını geçmez belki. Ama işte o birkaç kişi dahi yaşlarına başlarına aldırmaksızın, sırtlıyorlar kitaplarını, koşuyorlar hemen oraya. Yayıyorlar masaların üzerine. Onların derdi ne o kitapların satışı ne de onlardan gelecek üç beş kuruş. Sırtlamak o kitapları, yaymak masanın üzerine. Oturup izlemek gelen kitapseverleri. Arada bir onlara kitaplarını imzalamak.
Sonra tekrar bohçalamak, sonra tekrar sırtlamak...
Selam olsun... "küp küp altını terkedip, kitabını sırtlayan dedelerime".
Selam olsun... sırtından indirmeden bugüne getirenlere.
Ve selam olsun... bundan sonrakilere.
Agos Gazetesi, 18 Ekim 1996
Seslendiren: Serra Yılmaz
Etiketler: Hrant Dink , Köşe Yazıları , Tililili
0 yorumlar